Fiction
Thousand Languages Issue 1
9A'daki Adam
Ayse Kevser ArslanBir otobüsteki son koltuğu alıyorsun. New York’tan Washington DC’ye. Yanındaki pencere kenarı koltukta birisi var, ama sorun değil. Herhangi bir koltuğu alabilmiş olduğun için minnettarsın. Üstelik bu erken saatte bir sabah otobüsü. Bütün yolda uyuyacaksın, o yüzden önemli değil. Yerine yerleşiyorsun, eşyalarını istifliyorsun ve şans eseri dönüp yanındaki kişiye daha yakından bakıyorsun.
Bir yüz maskesi takmış. Daha doğrusu, ağzının üzerine bir maske takmış. Sağlık görevlilerinin taktığı türden bir hijyen maskesi. Ağzını örtüyor.
Ama burnunu değil.
Bu çok garip. (Ama bir ihtilaf yaratmadan orada öylece oturuyor olmasının sıradanlığı yaptığın tespitle çatışıyor.) Bunun garip olup olmadığını düşünüyorsun. (Ağız maskeleri yasa dışı değil. Kim bilir? Havuzun üzerine branda gerilir ama köpeklerin mama kaplarına gerilmez, öyle değil mi? Ağız maskelerinin ortalıkla görüldüğü, ya da memurlara ve heptatlonculara özel oldukları için görülmediği, ülkeler pekâlâ da olabilir.) Bunun garip olarak nitelemek için dayanağın olan bir şey olup olmadığını düşünüyorsun.
Başını sallayıp gülümsüyorsun. O da başını sallıyor ve belki de gülümsüyor, ama emin değilsin çünkü… Maskesi var. Koltuğuna iyice yerleşiyorsun ve koltuğu arkaya yatırıyorsun ve tekrar yerleşiyorsun koltuğuna ve gözlerini kapatıyorsun ve kafanı 9A’daki adamdan uzağa çeviriyorsun.
Muhtemelen bir tehlikeye yol açamaz. Açacak olsaydı, doktoru ve/veya yetkili kamu sağlık çalışanı tarafından hem burnunu hem de ağzını kapatması doğrultusunda yönlendirilirdi. Maskeyi sadece ağzı üzerine takmış olması gerçeği maskenin ihtiyari bir şey olduğuna işaret ediyor. Maske onu dünyadan koruyor, dünyayı ondan değil. O güçsüz birisi. Tehlike değil.
Ya da bu adam cehennem kadar öldürücü olduğu ve maskeyi burnunu kaşındırdığı ve rahat olmadığı için ve doktorun aksi yönde tavsiyesine rağmen burnundan indirdi. Bir doktorun tavsiyesini ihmal ettiğin onca sefer aklına geliyor ve git gide 77 kiloluk, iltihaplı boğazı doğrudan senin yüzüne hastalık fırlatan bir çift tüfek deliğini andıran burun deliklerine açılan bir bulaşıcı hastalığın yanında oturduğuna kesin bir şekilde inanıyorsun.
Koltuğunda kımıldanıyorsun, gövdeni koltuk üzerinde yeniden yerleştiriyorsun, sakinleştirici derin bir nefes alıyorsun, bunun derin nefeslerin sonraya ertelenmesi gereken bir durum olduğunun çok geç farkına varıyorsun ve o kadar hafif nefesler almaya başlıyorsun ki içine çektiğin havanın yüzünü zaten kaplamakta olan hava olduğundan eminsin ve bir soru sormuş ve henüz cevabını duymamış, yürümeye yeni başlamış bir çocuk getiriyorsun gözünün önüne çünkü hafif nefesler almaktan haberi olan kişiler onlar ve üç sefer bu saçma, beklenti içerisinde yürümeye yeni başlamış çocuk nefeslerinden sonra aniden farkına varıyorsun ki senden santimetrelerce uzakta ağzına maske takmış ancak burnuna takmamış birisi otururken asla sikseler uyuyamayacaksın. Bir dakika önce aldığın derin ve sakin nefesten son derece pişmansın. Aslında bunu pişmanlık gibi sakin ve ihtiyatlı bir şey olarak nitelendirmek hiç dürüstçe değil, çünkü çoktan, her biri bazal gangliyonlarınla çoktan beslenmeye başlamış, antibiyotiklere karşı dirençli, pürüzlü kuyrukları olan ateş kurtları tarafından bırakılan yumurtalara tekabül eden, nefes kesici öfke titreşimleri tarafından ateşlenen ve kasvetli keder dalgaları tarafından körüklenen, olgunlaşmış bir cinnete dönüştü.
Tekrar yol arkadaşına dönüyorsun, başını sallıyorsun ve gülümsüyorsun ve o da başını sallıyor ve belki- gülümseyerek karşılık veriyor. Durumu doğrudan ele almaya karar veriyorsun.
“Maskeyi burnunun üzerine de takman gerekmiyor mu?” diye soruyorsun.
Kulağa yalın ve samimi gelen yabancı bir dilde cevap veriyor ve pekâlâ şunu diyor olabilir: “Hayır, tıbbi olarak geçerli ve senin sağlığın açısından bir risk oluşturmadığını temin eden bir sebepten dolayı burnumu örtmem gerekmiyor.” Ya da “Tamamen haklısın, senin yerinde olmadığım için çok memnunum çünkü, inan bana, bu, kapmak isteyeceğin bir hastalık değil.” diyor olabilir. Ya da şunu da diyor olabilir: “Kusura bakma, İngilizce bilmiyorum ve ne dediğini anlamadım fakat işin komik tarafı söylediğin bir iki kelime kulağıma tanıdık geliyor çünkü kırk farklı insan bana sen ne söylediysen aynısını söyledi ve tam da bu sorgulayan tonda, yani yerinde ve biraz da olsa anlayabildiğimi dilediğim bir mesele olmalı.”
Tekrar deniyorsun, bu sefer evrensel bir dil olan pantomimi kullanarak avuç içini maske gibi kullanıyorsun, burnunun üzerinde sallıyorsun ve “Burnun? Burnunun üzerine de maske?” diyorsun. Ve yol arkadaşın genişçe gülümsüyor (bunu biliyorsun çünkü gözleri yatakta kahvaltı eden bir amcanınkiler gibi kırışıyor) ve o duygusuz dilinde birkaç kelime söylüyor (bu yabancının bu kadar dobra ve mülayim ve aşikar bir dile erişimi olması o kadar adil değil ki, o dilde söylediklerine dair en ufak bir memnuniyetsizlik bile – ne söylediği önemli olmaksızın – huysuzluk gibi duruyor) ve o da evrensel pantomim dilini kullanarak sana baş parmağını kaldırmakla kalmıyor, onu üç kere aşağı yukarı oynatarak enerjik bir biçimde kaldırıyor.
Daha iyi bir yanıt veremediğin için başını sallıyorsun, ellerinin görünmez veba göletlerinde gezinmesini önlemek için kollarını göğüs kafesinde kavuşturuyorsun, koridor tarafına doğru dönüyorsun ve dahası kafanı koridora doğru sarkıtıyorsun ki burun deliklerin otobüsün ortasından uzunlamasına akan ve yol arkadaşının etrafında hamile bir bulut gibi kabarmakta olan mikroplu havaya karışmayan kanaldan hava kabarcıklarını içine çekebilsin ve sen bunu yaparken, yol arkadaşın
öksürüyor
ve kelimenin tam anlamıyla gözünün ucuyla yakalamış da olsan, öksürürken burnunu elinin tersiyle örttüğüne yemin etmeye hazırsın. Hapşırmadı. Öksürdü. Yine de öksürürken burnunu örttü. Neden öksürmek öylece zayıf ve hastalık riskine açık bir kişiyi burnunu elinin tersiyle örtmeye itsin ki?
Bundan sonraki beş dakika boyunca gözlerini kapatıyorsun ve kendini bütün bunları görmezden gelmeye zorluyorsun.
Önündeki beş saat hayatındaki en kötü uyku deneyimini yaşatıyor sana.
Rahatsız edici, rüyalardan ve rüyalardan oluşan bir kabarcık görüyorsun rüyanda. Uyanık bir kişinin, herhangi bir anda, farkındalığının ön planında sadece iki ya da üç duyusu vardır. Sabah merdivenlerden aşağı inerken, kızarmış ekmeğin kokusunu alabilir ve basamakların bir bir yok oluşunu görebilir ve her basamağın uyku sersemi ayağının tabanına nasıl baskı uyguladığını hissedebilir. Aynı kişi, uyurken kendisini bütün beş duyusunun da aynı anda son derece farkında bulabilir – indiği her basamağın çıkardığı gıcırtı ve yeni uyanmış ağzın tuzlu-ekşi tadı da eklenebilir hissettiklerine. Fakat normal rüyalar değil şu an deneyimlediğin. Önündeki beş saat boyunca sadece bütün beş duyunun da şiddetle farkında değilsin, ama çoklu beş-duyu katmanlarının farkındasın, paletler dolusu, üstelik sırf birbirine uyumlu, her biri gerçek dünyadan bir nesneye özgü birtakım duyu izlenimleri ya da deneyim içeren katmanlar değil, aksine, her biri birbirinden bağımsız katmanlar – fotokopi makinelerinin sesini duyarken ve kurşun ve duman ve bir atış poligonunun çimenlerini koklarken cilalanmış bankın parıltısını teninde hissediyorsun –, katmanlar ve katmanlar, ta ki sen çatlamış bir şurubun içinde yüzmeye başlayana kadar, büyük rüyalar küçük rüyaları inek buzağısı gibi doğuruyor ve küçük rüyalar büyük rüyalar yumurtluyor ve büyük rüyalar küçük rüyalara teslim oluyor.
- On altı rüyacık görüyorsun. Bunlar permütasyonlar: maskesizlik, burun ya da ağız üzerinde maske, burun ve ağız üzerinde maske. Rüyacık 1’de ikiniz de maske takmamışsınız. En tatlı rüyacık bu; fazla bir şey istemiyorsun – bu normal günlük yaşamda herhangi birisinin bekleyeceği şey. Aynı zamanda en acımasız rüyacık bu, çünkü kalbin kırılarak fark ediyorsun ki tamamen ve imkânsız bir fantezi. Rüyacık 9 ise tam tersi: sadece ağzının üzerine maske takmışsın; o ise hiç maske takmıyor, onun gözlerinin üzerine oradaki yakıcı şüpheyi örtmesi için maske takmasını diliyorsun. Rüyacık 16’da ikiniz de hem ağzınızı hem burnunuzu örten maskeler takıyorsunuz ve ikiniz de bebekler kadar memnunsunuz.
- Maske takan insanların en ünlülerini görüyorsun rüyanda: eşkıyalar ve cerrahlar. İlki seni sadece defalarca yaralamak ile tehdit ediyor ve diğeri aynen bunu yapıyor. Diğeri zarar vermeyeceğine dair yemin ediyor ve ilki hiç böyle bir şey yapmıyor.
- Hükümdarların – valilerin, başpapazların, yöneticilerin – sürekli ellerini lavaboyu kullanmadan önce yıkadıklarını ve sonra yıkamadıklarını görüyorsun rüyanda, çünkü belli bir makama gelmiş insanlar için el yıkamak vücutlarının lanet kısımlarını dünyadan uzak tutmak ile ilgili değil, lanet dünyayı vücutlarının kısımlarından uzak tutmak ile ilgili. Öz güvenin nasıl başkalarının algılarına duyarsızlıkla yaşadığını ve nasıl bilgeliğin fazlasıyla göz önüne aldığını ve nasıl bu yüzden ikisini de içeren bir ruha sahip olmanın nadir olduğunu görüyorsun. Gerçek aşkın nasıl, her şeyden önce, sevdiğin kişinin, onun değil de senin nihai terk edilmişlik duygusunu hissedecek olmanı kesin kılmak için, ölmesini dilemek olduğunu görüyorsun.
Beş saat sonra, yerinde kıpırdanıyorsun. Gözlerini açıyorsun. Birkaç saniyede anca kendine geliyorsun, odaklanıyorsun. Hatırlıyorsun. En çok ilgini çeken şeyi görmek için başını çevirmene gerek yok. Çünkü uyurken öbür tarafa dönmüşsün ve şimdi başın yanındaki pencere kenarı koltuğa doğru dönmüş – hatta eğilmiş. Sence durum daha kötü olamazdı. Ama daha kötü olmuş işte. Çünkü o pencere kenarı koltuğa bakıyorsun ve yol arkadaşın gitmiş. Koltuk boş. Sersemlikler birbiri ardına geliyor. (Bunlar sorudan ziyade sersemlikler. Sorular sorgulayıcı bir amaçla birbiri ardına sıralanmış kelimelerden oluşur, fakat senin şu an kurduğun cümleler, bir yerde birikmeye çalışan tanımlanamaz korku ve kafa karışıklığı içeriyor.) Koltuk neden boş olsundu ki? Hatırlıyorsun. New York’tan Washington’a, evet, ama Wilmington ve Baltimore’da duracaktı otobüs. Koltuk nasıl boş olabilirdi? Aşağıya, kendi dizlerine bakıyorsun, sanki gerek varmış gibi ama tabii ki bakmak gereksiz çünkü dizlerin önündeki koltuğun arkasına sertçe dayanmış durumda ve dizlerinin arkasında uylukların öyle bir kasılmış ki bacaklarının üst kısmı sanki otobüsün altyapısının ana parçalarından biri olmuş ve olası bir kaza durumunda darbenin etkisini bir şekilde azaltarak ana gövdeyi koruyacak gibi duruyor. Koltuğundan ön ya da arka tarafa doğru tırmanmış ve koridora o şekilde çıkmış olabilir mi? Hayır. Hem ön hem de arka taraftaki ikişer koltukta da yolcular var.
Ve şimdi, kendine rahatlama ve etrafa yığılma ve 9A’daki büyük, zehirli hava dalgalarını ciğerlerine sifonlama izni vererek kendine ihanet ettikten sonra, cezalar olacak. Steril, sert ve beyaz yüzeylerle dolu odalarda kendi iyiliğin için olduğu kadar ulusun iyiliği için de yapılacağından emin olduğun sorgularda ne söyleyeceğini düşünüyorsun. İyileştikten sonra akşam haberleri röportajlarında briyantinli, beyaz önlüklü engizisyon yargıçlarından daha az acımasız olmayan haber sunucularına buzlu sansür eşliğinde ne söyleyeceğini düşünüyorsun, rezilliğini gizleyecek bir sansür olmadan.
Tüm söyleyebileceğin şu: “9B’de oturuyordum. Sıfır numaralı hasta olarak adlandırılan adam 9A’da oturuyordu. Daha fazlasını bilmiyorum. Tabii, bir noktada, muhtemelen beni uykumdan uyandırmamak için, üstümden tırmanarak atlamış olmasından başka. Yüzümden birkaç santimetre uzakta durmuş olmalı. Bir noktada 9A’daki adam kucağıma oturmuş olmalı.”
Ve haber muhabiri kibarca sözünü kesiyor ve böylece içine girmiş olduğun sersemlikten seni kızdırarak uyandırıyor ve diyor ki, “Efendim? Efendim. Evlerinde izlemekte olan halk için daha net olalım isterseniz. 9A’da oturan kişi sizdiniz. Siz, efendim, Sıfır Numaralı Hasta’sınız. Anlamıyor musunuz?”
Ve sonra uyanıyorsun ve yüzünde bir yüz var ve 9A’daki adam şu anda kucağında oturuyor.
Ve kolunu uzatıp onu ittiriyorsun ancak başarısız oluyorsun çünkü elin adamın içinden geçiyor ve farkına varıyorsun ki sen, New York ve Washington arasındaki çizgide herhangi bir nokta gibisin, herhangi birisi gibisin, boyutsuz bir şeysin. Sonsuz bir küçüklükte. Salt göreli bir anlamda geçerli, referans ve personel listeleri ve Nielsen’ın data yığınları ve sevdiklerinden ve tanıdıklarından gelen anlık onaylar gibi – bir başka deyişle, kendileri hükümsüz olan – şeyler için koşullu bir biçimde ama anlamlı olan her şekilde içerikten, ve hatta varlıktan, yoksun ve açıkça önemsiz. Bu nefes kesici bir farkındalık çığlığı ve seni sarsarak tamamen uyandırıyor.
Ve sonra duruyorsun. Şeyleri durmaya zorluyorsun. Çünkü tekrar ayağa kalkmaya, kendini şurup dünyasından hava ve mantık ve kendini evinde hisseden insanların taze dünyasına sürüklemeye can da atsan, fark ediyorsun ki bir çözümleme ya da bir hedef yok, çünkü yüzeye ulaştığında ne yapacaksın o zaman? Derin nefes mi alacaksın? Seni bu belaya bulaştıran bu değil mi en başında?
Rüyacıktan rüyacığa gideceksin sonsuza kadar. Birini eriteceksin, anca bir sonrakini kuluçkadan çıkarmak için. Ebediyen. Şu an okuduğun bir rüyacık. Hatırladığın her şey bir rüyacık. Gerçek bulaşıcı hastalık, bu hikâye. O uyku sersemi ayakların onu hiçbir zaman terk etmeyecek.
Share This Turkish Translation